YENİ BİR DÜŞÜNCENİN DOĞMASI; YENİ BİR ALTERNATİFİN DOĞMASIDIR! İbrahim VELİ – Yazar

YENİ BİR DÜŞÜNCENİN DOĞMASI; YENİ BİR ALTERNATİFİN DOĞMASIDIR!
İbrahim VELİ – Yazar

Düşünce nüvesi dünyada bir makas değişiminin eşiğindeyken, küreselleşme rüzgarı düşünmenin ve yeni fikri münasebetlerin yönünü çiziyorken, ülkemizde toplumsal sorunlarımızın çözümünü imar edebileceğimiz düşünsel bir akımı neden geliştiremiyoruz?
Düşünmek insani bir özelliktir, 18000 alem içerisinde sadece insan düşünebilir. Hepimiz biliyoruz ki; ilk insan Hz.Adem’e Cenab-ı Hak üç tane seçenek sundu; akıl, irade ve ilim. O, aklı seçti. Cenab-ı Hak böyle bir seçim yaptığı için ilim ve iradeyi de ona verdi. Çünkü; ilim ve iradesiz akıl bir şeye yaramıyor. İşte düşünce burada devreye şöyle giriyor. Öyle bir seçim yapacaksınız ki, bu hamle size birçok şeyin verilmesini sağlayacak, ya da yeni seçenekler oluşturacak. İçinden çıkılmaz gibi gözüken sorunlara yeni yaklaşımlar kazandıracak.
Bu yönüyle Türkiye’de aslında birçok yeni yaklaşımlar düşünce olarak vücut buluyor fakat gelişme sürecinde sürdürebilirlik problemi yaşıyor. Neden? Çünkü; bu coğrafyada yeni bir düşüncenin doğması demek yeni bir alternatifin doğması demektir. Mevcut sistemi, mevcut düşünceyi koruma içgüdüsüyle hareket edenler böyle bir alternatife fırsat vermek istemezler. Çünkü burası bir Moğolistan değil, burası Mezopotamya! Burada bir şey hemen neşvünema bulur, hemen meyve verir. Dolayısıyla ben bu noktada Türkiye’de ve bu coğrafyada aslında düşüncenin çok iyi beslendiğini, çok iyi beslenme kaynaklarının olduğunu fakat sonrasında düşünceden çok, düşünce disiplinine ulaşma noktasında problem yaşandığını düşünüyorum.
Türkiye’de politik etkiden uzak modern dönemin ihtiyaçlarına karşılık gelebilecek düşünsen aydınlanmayı ve fikri mücadeleyi hangi paradigmalar üzerine inşa etmeliyiz?
Öncelikle baştan söyleyeyim; politikadan uzak bir düşünce inşa etme noktasında zayıf kalır. Bir şeyi inşa edecekseniz onu bir tarafından mutlaka siyasetle yapmanız gerekiyor. Bizde ki siyasi anlayışla batıda ki siyasi anlayış arasında temeldeki farkı anladığımız takdirde düşünmenin siyasetle bağlantısının zararlı olmadığını göreceğiz. Bizim siyasi anlayışımızda bir kere örnekle açıklamak gerekirse; iş dünyasında, işçi işveren diye bir kavram var. Batı’da bu iki ayrı kutuptur. Yani; işçi vardır, işveren vardır. Bizde bunlar kutupsal değildir. Mesela; işçisin, yarın sermaye bulursun ya da bir şekilde bilgini ortaya koyarsın sermayeyle buluşturursun müteşebbis olursun. Bugün işverensin yarın işçi olursun. Yani; bu anlamda birbirinin karşısında zıt kutuplar gibi değildir. Dolayısıyla düşünce ve siyaset birbirini besleyen, beslemesi gereken bir olgu fakat Türkiye’de bu son dönemde birbirini destekleyen değil de adeta birbirine engel olan bir boyuta taşındı. Burada hepimizin kusuru var. Çünkü; düşündüğümüz şeyi sonuna kadar savunmamız gerekiyor, bir mücadele gerekiyor, vazgeçtiğimiz zaman karşı taraf kazanmış oluyor.
Burada ki sürekliliği sağlayacak olan şey düşüncenin siyasetle bağlantısının devam etmesi gerektiği fakat siyasetin doğruya doğru, yanlışa yanlış diyecek şekilde oluşmasıdır. Bu noktada bizim muhalefet algımız da yanlış, muhalefet her şeye muhalif olmak değildir. Doğruysa bir şeye doğru demek de muhalefettir. Ben bu kavramların oturmamasından dolayı düşünceyi geliştiremediğimizi dolayısıyla da bunun yansıması olarak Türkiye’de düşüncenin gelişmediği ve sorun çözme kabiliyetinin zayıf kaldığını düşünüyorum. Son 50 yılımızı aslında koalisyon dönemlerini dikkate alırsak koalisyonlar bir mutabakattır. Mutabakatlar farklı düşüncelerin bir arada çalışma disiplini demektir. Ben bu noktada 1950 sonrası koalisyonlar döneminin düşünceyi desteklediğini, tek parti dönemlerinin ise frenlediği kanaatindeyim.
Dünyada bilim ve teknikte, ekonomide, inovasyonda, teknolojik dönüşümle de bütün büyük dönüşümlerin temel değeri bilgi eksenli düşünme iken, Türkiye’de siyasal ve duygusal değerlerden bağımsız bilgiyi, ana değer olarak gören düşünce kültürü, neden son vagonda ilerliyor?
Birincisi; Bence istikametiniz doğruysa son vagonda olmak problem değil, gittiğiniz yer doğruysa son vagonda da olsanız gidersiniz. İkincisi; bu coğrafyanın kaderinde vagon değil lokomotif olmak var. Çünkü; vagonları zaman zaman koparabiliyorlar. Lokomotiften kopunca da hareketten kopmuş oluyor. Bu anlamda, bu coğrafyaya lokomotif olacak düşüncelerin üretildiğini ama son dönemde yeni neslin bu süreçte konforzmin, rahatlığın sekülerizmin yani dünyevileşme dediğimiz mücadele etme disiplininden koptuğunu görüyorum. Bu kopuş beraberinde düşünceyi zayıflatıyor, model üretmeyi zayıflatıyor. Yeni nesil kopunca yani bugün düşünün; 25 yaşında bir genç iş hayatına atılır atılmaz hayal ettiği şeylere maddi olarak ulaşma gayretini birinci sıraya koyduğu zaman başka bir problem başlıyor. Peygamberlere peygamberlik görevi verilme yaşının 40 olması tesadüf değildir. Önce bu mücadelenin verilmesi gerekiyor. Hem hayatımız devam edecek hem de ekonomik anlamda bir işimiz, takip edeceğimiz bir şeyimiz olacak ve sosyal alanda düşünce platformlarında yer almanız gereken yerlerde fikri düşünceyi takip etmeniz gerekiyor. Bu noktada yeni nesle görevler düştüğü kanaatindeyim. Eğer; bu görevi yeni nesil üzerine alırsa ki şuan da yeni kuşak STK’ler bunu üzerine almaya başladığını görüyorum, bu boşluk hızlıca doldurulabilir.

Türkiye’de toplumu yeni bir inşa sürecine hazırlayabilecek düşünce hareketlerinin ortaya çıkmayışında siyasal iktidarlar tarafından düşüncenin geliştirilmesine yönelik dinamiklere izolasyon uygulandığını düşünüyor musunuz?
İzolasyon uygulandığı yerler vardır, ama; bence, engel olan şey sadece bu değil. Birincisi; “devlet sırrı” diye bir kavram var, düşünce adamı ya da düşünmek isteyen adamlar düşüncelerinin bu sırra erişmesinden endişe ediyorlar. Düşündük düşündük o sırra geldiğinde ne olacak? O sır ifşa olacak ya da bir şeyle yüzleşecek devlet sırrı kavramımın bu noktada engel teşkil ettiğini düşünüyorum. İkincisi; bizde “bekle gör” politikası diye bir şey var, düşünelim bir şeyler üretelim yerine, bekleyelim görelim anlayışı var engel olan ikinci unsur bu. Üçüncüsü ise; yaklaşık 10 yılda bir darbe ya da darbe kalkışması olan bir ülkede, uzun vadeli denilen şey artık 10 yılı geçmiyor. 10 yıl aslında kısa vadeli bir şeydir dolayısıyla bu coğrafya da uzun vadeli bir plan yapılamamasından, şartların bu noktada müsaade etmemesinden kaynaklanan problemler olduğunu düşünüyorum.
Biz bu üç sorunun yaşandığı bir coğrafyada yaşıyor olsak da eğer iz sürebilirsek, bir iz takip edebilirsek bizi sağ salim bir limana çıkaracağına ben inanıyorum. Bu noktada şöyle bir atasözü var: ‘’Eskiler aramaz, iz sürerlerdi.’’ Yani bir kış döneminde herkes öndekinin ayak izlerini takip ederek diğer yerlerde boşluk olup olmama ihtimalini bertaraf ederek sağlıklı yürüme imkânı yakalarlar. İzleri takip etmek gerekiyor ve yeni neslin bu izleri takip etme noktasında yanlış yönlendirildiğini düşünüyorum. Yani bunun özgün olmayacağını asıl özgünlüğün farklı yerden gitmek olduğu şeklinde bir telkin var. Elbette ki farklı yolları metotları deneriz ancak; gidilen yer bizi limana ulaştırıyorsa bu yolu takip etmekte bizim borcumuz…

Türkiye’de yeni bir düşünce hareketinin filizlenemiyor olmasında bilgi ve düşünce olguları arasında kurulacak, gereken ilişkinin geliştirilemiyor olması görülebilir mi? Bu süreçte toplumun düşünce dünyasında işleyebileceği modern bilgi aydınları tarafından aktarılamıyor mu? Bu eylem bilinçli bir eylem midir?
Şu an Türkiye’de üniversite ve okullaşma sayısı artıyor. Basılan kitap ve yayın sayısı artıyor. Fakat bu kadar olumlu şey artmasına rağmen bahsettiğiniz gibi düşünce çeşitliliği ve yeni çözümler üreten bir disiplin şeklinde, yeni düşüncelerin ortaya çıkması aynı hızda değil. Birincisi; üniversitelerin bir diploma veren kurum olarak çalışması üniversite kültürüyle doğru orantı göstermez. Elbette ki diploma verecek fakat üniversite öğrenci için mesleğe yakın bir kelime değil, kendini geliştirmeye yakın bir kelime olarak algılanması lazım. Bugün liseli bir öğrenciyle oturup üniversite konuşuyoruz. Hemen diyoruz ki üniversiteye mi gideceksin? Mesleğini seç. Halbuki üniversite demek mesleğe en uzak kelime demek. Düşünceye en yakın kendini geliştirmeye kendini ifade etmeye en yakın yeni kapılar aralamaya en yakın bir kelime iken, üniversitenin geldiği noktaya bakın bu bir olumsuzluk! Bir de olumlu örnek vereyim, 90’lı yıllarda sivil toplum örgütleri derken olumsuz bir algı vardı, örgüt kelimesi olumsuz bir çağrışım yapardı. 2000lilerin sonrası bu değişti şuan da olumluya doğru yöneldi. Şuan; sivil toplum kuruluşları, sivil toplum örgütleri dediğimiz zaman olumlu algılanıyor.
Biz olumlu kelimeleri çoğaltarak düşünceyi de çoğaltabiliriz. Çünkü; düşüncenin en rahat hareket edeceği yer sivil toplumdur. Şuan da sivil toplum düşünce üretiyor. Fakat katılımcılık dediğimiz, birlikte çalışma dediğimiz, ortak hareket etme dediğimiz noktalarda yara alıyor, bir şekilde damgalanıyor, sürdürülebilir hale getiremiyor, bundan dolayı bir ürün alınamıyor. Örnek vermek gerekirse yumurta var fakat civcive dönüşmüyor. Buralarda işte think tank kuruluşlarının bu anlamda kurulmuş ya da kurulacak sivil toplum kuruluşlarının yol haritaları hazırlaması gerekiyor; destekleyici, sürdürebilir kılıcı hamleler ortaya koyması gerekiyor. Bu noktada 70’li, 80’li yıllardan itibaren Türkiye’de başlayan sivil toplum kuruluşları var, bunları iyi takip etmek gerektiğini düşünüyorum.
Tarihin bir çok evresinde görüleceği üzere, toplumların yeniden inşa edildiği süreçler düşünce akımlarının ve fikri mücadelelerin ortaya çıktığı süreçlerdir. Türkiye’de çağdaş tarihin rotasını değiştirebilecek düşünce akımı, toplumu bu fikre ,dünyayı ikna etmekle mi, yahut inşa etmeye düşünmekle mi başlamalıdır?
Türkiye her şeyi denedi ve hala da deniyor. Bu deneme bile Türkiye’de düşüncenin devam ettiğini gösteriyor, alternatif arayışının devam ettiğini gösteriyor. Her dönemde belki olumsuzlukla sonuçlanıyor ya da asıl amacına ulaşmıyor. Belki ama bu denemenin artması bile bu coğrafyada çözümün hala var olduğunu ve bir şekilde bu çözüme ulaşılacağının bir umudu olarak görüyorum. Mesela; Türkiye kurtuluş hareketiyle de diğer ülkelere örnek olmuştur. 1923’te biz bunu ortaya koymuşuz. Sonra diğer İslam ülkeleri veya bağımsızlığını kazanan ülkeler 1940’tan sonra almışlardır. Türkiye sanayileşme olgusu, kalkınma kendi ayakları üzerinde durma olgusuna model olmuştur. Fikri platformlarda da mevcut sistemle mi yürüyeceğiz alternatif bir sistem kurabilecek miyiz anlamında…
Türkiye 1970’ten sonra kendi yolumuzu çizebiliriz diye bir seçenekte ortaya koymuştur. Hatta düşünceyi görüş olarak ve bunu da milli olması anlamında milli görüş kavramı, aslında yeni bir düşünce anlayışıdır. “Ben farklı düşünüyorum, kalkınmada, sanayileşmede farklı düşünüyorum” demiş, kendince de belirli bir yol almıştır. Aslında bu noktada Erbakan Hoca’nın bir düşünce adamı olarak ele alınmasında fayda var. Sadece bir siyaset adamı olarak başka boyutları var ama bir düşünce ve akademisyen grubunun düşünce adamı olarak Erbakan’ı alıp 1969 yılında ilmi konferansların da iki tane önemli konferansı var. Birisi “İslam ve İlim” diğeri de “İslam ve Kadın”. Düşünün 1969 şartlarında kadının rolünü tekrar çizmeye çalışıyorsunuz ki düşünce hareketlerinin şuan batıda kadın üzerine özellikle çalışmasının bir sebebi de budur. Çünkü; kadın hem eş olarak hem de çocuğun annesi olarak iki etkiye sahip. Günümüzde kadın çalışma hayatına da daha fazla katıldığı için çalışma şartları da ona göre değişiyor. Hatta arabaların modifiye edilmesi bile kadınlara göre değişiyor. Çünkü; hemen hemen eşit oranda erkekler kadar kadınlar da araba kullandığı için buna dikkat ediliyor.
Burada, Türkiye’de gerek dış politikada olsun, gerek ekonomide olsun, gerekse sosyal hayatta olsun aktarma taklit birebir batıdan alma yöntemiyle geldiğimiz nokta belli. Bu, bizi bir yere taşımıyor mevcudu koruyor ama bir süre sonra ortaya çıkan sorunlar bize göre, bizim vücudumuza göre bir terzi marifetiyle çözülmüyor. Konfeksiyondan seçerek ilerleyemiyoruz. Bizim vücudumuza göre bizim düşünce yaşayışımıza göre bir terzi marifetiyle dikilmesi gereken işler bizi bekliyor. Bu noktada düşünce adamlarına çok büyük görevler düşüyor. Biz bu işin neresinden tutacağız diye herkes elini atsa özelikle teknolojik gelişmeler şuanda çok tetikleyici hatta şöyle bir tabir kullanılıyor. ‘’Kervan geri döndü topal öne geçti.’’ Düşünün; bir kervan ilerliyor topal en arkada kalıyor fakat bir değişim oluyor, diyorlar ki bu taraf değil de bu tarafa doğru gideceğiz geri dönmemiz lazım. Teknoloji bu dönüşü başlattı. Şimdi bu sefer ne oluyor, topal öne geçmiş oluyor. Türkiye aslında birçok yönden topal halde yani sanayileşmesi, eğitim ve sağlık politikaları noktasında… Şimdi teknolojinin bu dönüşünü iyi okursa endüstri 4.0, yapay zeka, makine önermesi gibi şuan gündemde olan konuları iyi takip edersek, bu trendi düşünce bazlı da, eylem bazlı da lehimize çok rahat bir şekilde çevireceğimizi düşünüyorum.
Türkiye’de de yeni bir düşünce akımının tasavvur edilemiyor ve gerçekleştirilemiyor olmasında, düşünce gücümüzü ve enerjimizi kısır çekişmelerle/çatışmalarla tüketiyor olmak, bizi hali hazırda çevremizde ve dünyada cereyan eden düşünsel gelişmelerden dönüşümler uzaklaştırıyor?
Düşünen adam için münakaşaya zaman yoktur. Düşündüğün bir şey var onu hayata geçirmen lazım dolayısıyla münakaşaya zaman yok! Bir söz vardır: ‘’İşimiz vaktimizden çok’’, bir düşünce disiplinini anlatmaya çalışıyor. Yani bir planın var bu zaten yetişmeyebilir, bir de kavga çekişme ile zaman kaybetmeyelim anlamında. Türkiye’de ki kısır tartışmalarda eğer biz kişiyi konuşmaktan vazgeçersek, konuyu olayı ve nihayetinde sistemi tartışmaya başlarsak, bir çok zorluğu çok kolay aşarız. Ancak; kişileri konuştuğumuz sürece kişilerle alakalı bağlantılar devreye gireceğinden taraftarlık, fanatiklik, bağımlılık bakın bunların hepsi düşünceye en uzak kelimelerdir. Dolayısıyla biz tartışma kutuplaşma gibi bu tür ortamlardan çıkmak istiyorsak hemen kişiselleri bir kenara bırakıp konuyu hemen tartışmak mesela eğitim, sonra karşılaştırma yapmak Finlandiya mı? Güney Kore mi? Gibi karşılaştırmalar yaparak biz neredeyiz, oraya nasıl gelebiliriz, yol haritamız ne olabilir? Bunları önümüze koyduğumuz an zaten daha tartışma imkanımız olmaz. Neden? Çünkü; hedef var hedefe gitmemiz gereken süreç belli zamanımız kısıtlı. Ama ortada bir politika var bize karşı uygulanan daha çok mesele kişi bazlı olarak gündeme getiriliyor.
Ekranlarda, sosyal medyalarda daha çok kişi üzerinden tartışmalar sürüyor. Halbuki inancımız bu gıybet diyerek frenlemiş. Gıybet demek mesela kısa boylu adama cücesin dediğimde gıybet olur aslında. Sen doğruyu söylüyorsun ama cüce kelimesini onun yüzüne söyleyebilir misin? Söyleyemezsin. Niye; onu aşağılayan bir kelime niteliği taşır bu yüzden onu bile söyleme diyor. İftira zaten doğru olmayan bir hal, hani bir şey yapmamış onu yaptığını ifade ediyorsun. Bu iki özellik bile kişiler tarafından dikkat ederek frenlenirse düşünceye katkı sağlayacaktır. Bugün, ilim adamlarının ilimde başarısız olmasının sebebi ilimlerinde ki, eğitimlerinde ki kalitesizlik değil. Aksine çok kaliteliler, emek vermişler. Fakat; şahsi hatalarını, ahlaki bazı zaaflarını durduramadıklarından asıl ulaşılması gereken yere ulaşamıyorlar. Bunlar bize her zaman şunu gösteriyor ilim ahlakla beraber, düşünce disiplinle beraber yürüyecek karşında ki senin gibi düşünmeyebilir farklı düşünceler olabilir. Ama hepimiz aynı şekilde yemek yer içeriz, aynı 24 saati paylaşıyoruz, aynı fizyolojik ihtiyaçlara bağımlıyız, aynı dünyayı paylaşıyoruz dolayısıyla bu ortak noktaları daha çok konuşarak çözüme gitmemiz lazım. Buna da ittifak ahlakı diyoruz. Birlikte çalışma ve katılımcılık, bu ne kadar artarsa düşünce bunu ne kadar artırırsa, o kadar başarılı olacağız.
Son dönemde kurulan düşünce kuruluşları ESAM, TEPAV ve TASAM gibi kuruluşlarının önemli bir fonksiyon icra ettiğini gözlüyorum. Bunların sayı ve fonksiyonlarının artması lazımdır. Şuan da üniversite okuyan gençlerin ya da yeni mezunların bu kurumlardan istifade etmesi gerekiyor. Bu etkileşim şuan bir geçiş döneminde. Türkiye hem 20.yy gelen sorunlarla uğraşıyor hem de 20.yy getirdiği fırsatlara da kafasını çevirip bir bakıyor. Bu sorunlardan sıyrılıp bu fırsatları değerlendirmekte tamamen düşünmekle, istişare etmekle birlikte çalışmayla olacak. Ben bu noktada ümitliyim insanımız şahsi zafiyetlerini frenleyebilirse, birlikte çalışma kabiliyetlerini geliştirirse çok daha büyük gelişmelerin olacağına ümidim var.
Türkiye’nin düşünce hayatı bence çok zengin, 1000 yıllık tarihimiz açısından. Süleymaniye Kütüphanesi’ne bugün biz gitmiyoruz ama Amerikalılar çıkmıyor o kütüphaneden. Uzak bir coğrafyadan yüksek maliyetlere rağmen geliyorlar. Niye? Çünkü; orda bir kaynak var, biz hazine var, bir perspektif var bu noktada ben bu coğrafyanın düşünce anlamında da büyük bir hazine olduğunu hangi konuyu ele alırsak alalım biraz maziye gidip o konuda kafa yoranlara, ilim adamlarına ulaştığımızda mutlaka yeni kapılar açacağımıza inanıyorum. Ve eğer bir öncülük yapacaksak, bunun önceliklerini yeniden belirlemeliyiz. Düşünmenin gücü burada yatıyor.

METNİ İNDİR